Antonius ile Kleopatra

     Birkaç hafta kadar önce Oyun Atölyesi'nin İzmir'deki gösterisi Antonius ile Kleopatra'yı izledim. Fakat 1 hafta olmasına rağmen hala etkisi sürüyor bende diyebilirim.Biletimi haftalar öncesinden aldım ve sabırsızlıkla bekledim oyun gününü.

 Açık konuşmak gerekirse ben oyuna sadece Haluk Bilginer olduğu için gittim.Çünkü Haluk Bilginer deyince akan sular durur benim için.Sanki rolünü yapmıyor da yaşıyormuş gibi bir oyunculuk onunkisi. Neyse lafı çok uzatmayayım.Oyuna geri döneyim.

   Oyuncu kadrosu gayet güzeldi; Haluk Bilginer, Zerrin Tekindor, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal,...

   Dediğim gibi ben sadece Haluk Bilginer için gittim fakat oradaki oyunculuklara gerçekten hayran kaldım.Başta Zerrin Tekindor Kleopatra rolüne çok yakışmıştı.Sanki o rol için yaratılmış gibiydi.Bir yandan güldürüyor diğer yandan hüzünlendiriyordu Kleopatra. Antonius rolündeki Haluk Bilginer için artık bir şey söylemeye gerek yok diye düşünüyorum.Zaten o boş boş seyirciye baksa bile ben onu seyretmekten zevk alırım herhalde :)

-Madem gerçekten aşıksın.O zaman ne kadar onu söyle.
-Ölçülebilen aşk zavallı bir aşktır.
-Peki ya ben ölçmeye kalkarsam?
-O zaman kendine yeni bir dünya bulacaksın.

   Ceasar rolünde ise Mert Fırat vardı.Tam bir savaşçı edasıyla o da diğerleri gibi güzel bir oyunculuk sergiledi. Pompeius rolünde ise Emre Karayel vardı fakat onu göklere çıkaramayacağım sanırım ama kötü de değildi.

    En güzel diyaloglardan birisi de haberci rolündeki Onur Ünsal ile Kleopatra arasında geçeniydi herhalde. Onur Ünsal'ın oyunculuğunu pek bilmesem de gerçekten iyi işler yapacak türden bir oyuncu diyebilirim.Oyunda da sanırım 3 rolü falan vardı ve hepsinde de gayet başarılıydı.Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor'dan sonra 3. sıraya yerleştirebilirim Onur Ünsal'ı.


    Oyunun değişik ve aynı zamanda da hoşuma giden tarafı da şu oldu.Rolünü tamamlayan oyuncu sahneyi terk etmek yerine sahnenin kenarına veya arkasına geçip oturuyor.Işıklandırma da gayet iyi olduğundan arkada siyah bir siluet şeklinde gözüküyorlardı.Gerçi kimi zaman normal olarak da gözüktüler ama bu beni pek de rahatsız etmedi.Hatta yerlerine gidip senkronize bir şekilde oturmaları gayet hoştu doğrusu.


    Müziklere gelecek olursak eğer onlara da söyleyecek pek sözüm yok.Tolga Çebi gerçekten iyi bir iş çıkarmış.Harikulade müziklerdi hepsi.Hepsini tekrar tekrar dinlemek istedim.

    Ayrıca bu oyunun en önemli özelliği de Shakespeare Globale'de türkçe sahnelenen tek oyun olması.Sonuç olarak ben oyuna bayıldım.Bir yandan komik bir yandan hüzünlü güzel bir harmanlama yapmışlar bana kalırsa.Ben sınav haftamı feda ederek izledim oyunu.(Ve ertesi gün sınavdan sıfır aldım :)) Çokta üzülmedim bu duruma bazen hayatta sınavlardan daha değerli, daha güzel şeyler var.O yüzden imkânınız varsa gidin izleyin derim ben.

Süleymaniye Camii Sırrı

      Cami mimarisi her zaman çok değişik ve ilginç gelmiştir bana.Fakat Mimar Sinan eserleri daha bir başkadır gözümde...O zamanın şartlarını düşünürsek Sinan'ın zekasına hayran kalmamak işten bile değil doğrusu.Bir Mimar Sinan eseri olan Süleymaniye Camii hakkında da pek çok şey duymuşsunuzdur belki.Ben de Mimar Sinan'ın kalfalık dönemi eseri olarak adlandırdığı bu esere biraz değinmek istedim.


     Rivayete göre Kanunu Sultan Süleyman bir cami yaptırmak ister ve bunun için Mimar Sinan'ı seçer.Fakat Kanuni caminin nereye yapılacağı konusunda çok kararsızdır.Bu yüzden istiareye yatar ve rüyasında Hz. Muhammed'i görür.Hz. Muhammed Kanuni'yi boş bir arsaya götürerek camiyi tarif eder.

    Ertesi gün Kanuni Mimar Sinan'ı tekrar huzuruna çağırır ve onu boş arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını söyler.Bunun üzerine Mimar Sinan caminin planını Kanuni'ye anlatmaya başlar ve Kanuni şaşkınlık içinde dinler anlatılanları.Çünkü Sinan'ın anlattığı cami planı peygamberin anlattığıyla birebir aynıdır ve Kanuni şöyle der;

"Sanki önceden caminin planını hazırlamışsın gibi anlatıyorsun."

Sinan da şöyle cevap verir;

"Evet sultanım, efendimiz size tarif ederken ben de arkanızdaydım."

      Böyle bir rivayettir bu anlatılan ve Mimar Sinan 60 yaşında iken yani 1550'de başlanır caminin inşaatına.Evliya Çelebi'nin anlattıklarına göre caminin sadece temelinin toprak seviyesine ulaşması için 3 yıl çalışılmış ve temel atıldıktan sonra sağlamlaşması ve çöküntü olmaması için inşaata 1 yıl ara verilmiştir.

   Fakat İran şahı Tahmasb bu 1 senelik arayı mali sıkıntılar çektikleri için verildiğini düşünür ve bir elçiye bin kese para ve çeşitli mücevherler göndererek şöyle bir mektup yazdırır:
 
  " İşittik ki cami tamamlamaya kudretiniz kalmamış, yapmaktan vazgeçmişsiniz.Bu mücevher ve parayı harcayıp camiyi bitirmeye gayret edin ki bizim de bu hayırlı işte payımız olsun."

   Sultan bu mektuba çok sinirlenir ve bin kese parayı elçinin gözü önünde İstanbul Yahudilerine dağıtır ve elçiye şöyle der;
 
   "Yahudi Efendilerinize malınız nasip olsun ki cehennemde sizlere bindikleri vakit kamçı vurmasınlar. Yoksa sizler gibi namaz kılmayan insanların cami yaptırmak ile ne alakası olur?

  Ve mücevherleri de elçinin gözü önünde Mimar Sinan'a vererek;

   "Bu kıymetli diye gönderdiği mücevherler benim camimin yanında kıymetsizdir.Hemen bunları başka taşlar içine katıp kullan."

Bunun üzerine Mimar Sinan bu mücevherleri kullanarak "Cevahir Minaresi" adı verilen minareyi yapar.Bu minareye Güneş Minaresi de denir.Güneş ışığı mücevherlere vurduğu zaman parıldar ve ışılar.

Süleymaniye Camii planı

    Süleymaniye Camii'nin inşasında kullanılan 4 farklı büyük sütun vardırBu sütunların hepsi farklı diyarlardan gelmiştir.Bir tanesi Baalbek harabelerinden, biri İskenderiye'den diğeri Bizans döneminde dikilmiş olan Kızıltaşı ve sonuncusu ise  Topkapı sarayından getirilmiş.

Baalbek Harabeleri

     Kubbeyi ve kâgir örtüyü taşıyan 4 büyük fil ayağı payenin her biri 8 bin ton yükü temele iletmektedir.Mimar Sinan bunları dinin 4 direği olan; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer Hz. Osman ve Hz. Ali'ye hediye eder.

   Osmanlı döneminde bu fil ayaklarında kürsülerin olduğu ve ilim adamlarının buradan halka tefsir, islam hukuku, hadis ve tasavvuf dersleri verildiği söylenir.

    O zamanın büyük sanatkârı olan "Sarhoş İbrahim" yapının, güneşin ve mevsimlerin ışıklarıyla renk değiştiren ve iç mekâna her an başka manzaralar veren renkli camlarını işler.
 
   Gelelim nargile konusuna. Süleymaniye Cami sesi en köşe noktalara kadar ileten ve yayılmasını kolaylaştıran bir akustik şaheserdir. Akustiğin nasıl bu kadar mükemmel hale getirildiğine dair halk arasında bir rivayet vardır.

   Caminin inşası sırasında Mimar Sinan'ın caminin mihrabında nargile içtiği söylentisi halk arasında yayılmaya başlar. Bu söylentiler Kanuni Sultan Süleyman'ın kulağına kadar ulaşır. Kanuni önce söylenenlere pek kulak asmasa da içine bir kuşku düşer ve camiye bir baskın yapar. Mimar Sinan tıpkı halkın söylediği gibi caminin mihrabında nargile fokurdatmaktadır. Şaşkınlıkla sorar Sinan'a;

  "Mimarbaşı camide nargile içildiği görülmüş şey midir? Sen  böyle bir iş etmezdin. Nedir bu işin hikmeti?

  Sinan cevap verir;

  "Padişahım eğer dikkat buyurursanız nargilemde ne tömbeki ne de tütün bulunur. Ben yalnızca suyun fokurdamasının oluşturduğu sesin cami içinde nasıl yayıldığına bakıyorum. Eğer suyun sesi caminin her köşesine eşit olarak yayılıyorsa cami tamamlandığında Kuran okuyacak hocanın sesini 60-70 metre ötedeki cemaat bile rahatça duyacaktır.


  Süleymaniye'nin bir diğer ilginç tarafı da camide is odasının bulunmasıdır.Caminin yapıldığı dönemde elektrik olmadığı için 275 adet kandil ve bunlara ek olarak mihrabın yanına yerleştirilen dev mumlar ile aydınlatılıyordu. Mimar Sinan yanan mumlardan çıkan isin camiye zarar vermemesi için orta kapının üstüne bir oda tasarladı. Kandillerden çıkan meydana gelen akımla mihrabın aksi yönünde hareket ederek kapının üstünden dışarıya açılan 4 adet küçük pencereden is odasına çekildi.Tabi bugünkü durumu içler acısı.Tarihe gerçekten saygılı bir millet olduğumuzdan (!) vaziyet şu şekilde:


    Ayrıca bu is odasında biriken isle mürekkep elde ediliyordu.Bu mürekkeple de o günün siyasi, dini, idari bütün fermanları yazıldı.Bunun sebebi ise bütün bu el yazması eserler gibi önemli belgelerde bu mürekkep kullanıldığı zaman herhangi bir akıcı maddenin dökülmesi sonucunda yazılara zarar gelmiyor.Yazıların kaybolması için kağıdın tahrip olması gerekiyor. 
   

    Mimarinin avizelerine bakıldığında ise kandil çanaklarının aralarında deve kuşu yumurtalarının bulunduğu görülür. Bu yumurtaların ne işe yaradığı yüzyıllar sonra ortaya çıkar.Kurumuş deve kuşu yumurtası insanların duyamadığı sadece akrep ve örümcek gibi haşaratı uzak tutan bir koku yaymaktadır. Tabi aradan 400 yıl geçtiği için bu yumurtaların çoğu kırılmış ve sayıları 300'den 30'a kadar düşmüştür.Zaman içinde ise renkleri kahverengiye dönmüştür.

   Süleymaniye inşaatı 53.782.980 akçeye yani 3200 kg altına mal olmuştur.Bu miktar o dönemin bütçesine göre Osmanlı İmparatorluğunun toplam gelirinin sadece 10'da birine denk geliyor. İnşaatın 10 yıl sürdüğünü göz önüne alırsak bu hesap bütçe payının %1 'ine karşılık gelir.

90'lar...

        90'lara dair birçok şey yazıldı, çizildi, yayınlandı belki ama ben de bir kaç bir şey paylaşmak istedim doksanlarla ilgili. Çünkü baktığın zaman insanın yüzünde ufak da olsa bir tebessüm oluyor ya da benim için öyle en azından.Çünkü benim çocukluğumun geçtiği yıllar doksanlar... Her şeyin daha saf daha temiz olduğu zamanlar... Ufacık şeylerin büyük mutluluklara dönüştüğü zamanlar...
     Ben de kendi çocukluğuma ait anıları paylaşacağım ki mutlaka diğer çocukların da benden pek bir farkı olduğunu düşünmüyorum.Mesela oynadığımız basit ama zevkli oyunlar vardı ki benim favorim tasolardı.


     O cipsleri zaten sırf taso çıksın diye alırdık.Boş yok yazanlar garantiydi ama küçük cipsleri de garantilemek için bütün cips paketleri taciz edilirdi mahallenin bütün çocukları tarafından.Hep o cipsleri mıncıkladılar diye bakkal kızardı çocuklara hatırladığım kadarıyla.
    Her gece sayısını bildiğim halde tekrar tekrar sayardım ben onları.Kimi zamanda başka çocuklarla oynamaktan kaçınırdım yenilirim korkusuna.Bir de yenilen için söylenen bir söz vardı.Garip bir deyimdi o "sütmek" mi "ütmek" mi ne öyle bir şey işte...



Bir de legolar vardı.Bir sürü küçük parçadan evler arabalar garip garip şeyler yapardık.Gerçi ev dediğime bakmayın benim. Saçma sapan bir şey olurdu hayalimde yarattığım...Adam kafaları falan da vardı galiba minik minik insanlar da kondururdum. Ama en acısı da iki saniyede onu yerle bir edip bozmaktı.


          Biraz daha büyümeye başlayınca "Solo Test" denilen o gerzek oyunu oynamaya başlamıştım.Her seferinde de geri zekalı çıktığım o  oyunu
neden inatla oynamaya devam ettiğimi de hiç bilmiyorum.İçinde bir kağıt vardı kaç piyon bıraktıysanız ona göre sınıflandırıyordu zekanızı.O kağıda göre hep aptal, geri zekalı bir çocuktum ben.İşte o kağıt parçası da bu.Oradaki tiplere bakıp bakıp ben bu muyum şimdi diye hayıflanırdım. :)



     Bir de tek tuşu olan ve içi su dolu bir kutu vardı.Çemberleri bir kaç tane çubuğa geçirmeye çalıştığımız sinir bozucu bir oyuncaktı.Ben pek anlatamadım ama görünce hemen hatırlarsınız zaten.İşte resmi.


     Birini geçirseniz diğeri düşüyordu ya da çubuğa fazla gelip birbirlerinin düşmesine neden oluyordu.Biraz da sabır isteyen bir oyuncaktı bence.
   Bir de onun kadar sinir bozucu olmasa da labirent oyuncağı vardı.Küçük bir metal boncuğu labirentin sonuna götürmeye çalışırdınız.Aynı mekanizma köpük yaptığımız oyuncağın kutusunun kapağında da vardı hatırlarsanız.


    Daha bir çok oyuncak var bir kısmını daha kısa kısa resimleriyle paylaşmak istiyorum.
Her zaman birbirine dolandırmayı başardığım şu garip plastik oyuncak.
Kolonya

Katla giydir bebekler

Kanlı göz
                                                                                              
İçinde bir dünya resim olan ve çoğunun neresi olduğunu bile bilmediğim bu alet.
Hala daha bitirmeyi başaramadığım rubik küpler.
Kimisi hiç çeviremezken kimsi de dur durak bilmezdi.
Her evde olduğunu düşündüğüm askerler.
Yoyolar...
İsmini bilmediğim oyuncak :)

Balık tuttuğumuz oyuncak

walkman
Walkman'in sarıp sarıp dinlediğimiz kasetleri.


Mantar tabanca


Bilyeler

Scooter
                          

Tetris
Şaka yüzükleri
Vampir dişleri


Kapılara tırmanmak :)
 

Pervaneler

Paradan futbol oyunu
Sinek ilacı sıkan arabaların peşinden koşmak :)


 Sonraları biraz biraz sanal dünya oyunlarına dalmaya başladık herhalde. Sanal bebekler ve atariler unutulmazlar arasındadır.
   
 Sanal bebek nam-ı diğer tamagotchi (bu ismi de çok sonradan öğrendim ben hala daha sanal bebek derim.) denilen o aleti neden bu kadar sevmişiz bilmem.Altı üstü üç tane tuşu vardı.Aptal görünümlü ne olduğu tam olarak belli olmayan bir hayvan seçerdik önce kendimize, sonra onu besleyip büyütürdük.Evcil hayvanım olmadığı için mi güzel geliyordu o zamanlar acaba diye düşünüyorum şimdi.Kuzenimle birlikte bir yarış içindeydik.Senin hayvanın kaç yaşında?, Bak benimki bilmem kaç kilo, yaa benimki öldü falan diye saçma sapan muhabbetlere girerdik.Başta hayvan seçerken o yumurtayı bekleme süresi beni çileden çıkartırdı.Bazen de acaba bu hayvan nasıl oluyor büyüyünce falan diye zevk için doğurtup öldürdüğüm de oluyordu.Ondan sonra sıkılıp bıraktım galiba.

Tamagotchi'den sonra bunun hayata geçmiş hali "furby" denen oyuncaklar
çıkmıştı ama benim nazarımda tamagotchinin yerini alamamıştı furbyler. Çok fazla hatırlamıyorum ama iki tanesini karşılıklı getirince bir şey oluyordu sanki.Ayaklarındaki demirleri mi değdiriyorduk neydi hatırlamıyorum.Zaten dediğim gibi biraz uyuz bir oyuncaktı benim için bir tamagotchi değildi yani. :) O yüzden yanlış hatırlıyor olabilirim. 




   Bunları geçersek doksanların altın oyuncağı atariler ve oyunlarıdır ki hala bazen oynarım bilgisayardan. Ama atarinin verdiği tadı vermiyor hatta şu an playstation'lar bile atariyle oynadığım zamanların eğlencesini bana sunmuyor desem yeridir.Deliler gibi oynardık.Ben kendimi geçtim annemle babam bile oturup tank 90 savaşları yapardı.İçten içe sinir olurdum onlara.Kimin çocuk olduğu belli değildi pek.

    Tank 90 'ı pek oynayamıyordum açıkçası o zamanlar.Başta istediğin malzemeyi kendin koyma hakkına sahiptin orada değişik değişik fanteziler yapardım daha çok :)
  Mesela her yeri taş yapardım, kendimi taşla kaplardım sonra bir yere kımıldayamazdım, ya da çimlerden ismimi yazmaya çalışırdım ama oyuna gelince pek başarılı sayılmazdım

    Bir takım oyunuydu Tank 90 ve biz kardeşimle pek beceremezdik.O yüzden başka oyunlara takılırdık.



Mesela "Street Fighter" iki kişilik vazgeçilmez oyunumuzdu. Şişko ve kırmızı yüzlü bir adam vardı.Sanki görüntüsü onu daha güçlü kılıyormuş gibi hep onu seçerdik.Şimdi adını da unutmuşum.


        Ve tabii ki atarinin unutulmazı da mariodur.O prensesi kurtarmak için ne acılar çekmiştik.


    Biraz daha 2000'lere yaklaşınca bilgisayar dünyasına geçtik.O zamanların Windows 95'i falan şu an çok komik gelse de gözümüze o zaman bilgisayar muhteşem bir şeydi benim için.


Bilgisayarı biraz biraz öğrenmeye başladıktan sonra çoğu insanın yaptığı gibi oyun oynamaya başlamıştım.Tomb Raider, GTA, Half Life, FIFA98 o zamanların popüler oyunlarıydı.





    Tabi o zamanlar CD yerine de disket kullanırdık.


İnternet yokken de teletex'e falan bakardık :)


      Sonra internet denen buluşla tanışmıştık.Ama o zaman adsl'le de bağlanmazdık.Şu sesi o zamanlarda internete giren çoğu insan hatırlayacaktır.

  

    Biraz da o zamanın yiyeceklerine değinirsek, bakkaldan aldığımız bir çok abur cubur vardı.Belki çoğu sağlıksızdı ama o zaman onları yemenin verdiği tat bambaşkaydı.Onları da resimlerle beraber paylaşıyorum lafı uzatmadan.
Lolipop

Eti puf

Emzik şeker

Meybuz

Altın çikolata

Sulugöz


Çokomel

Cino çikolara


Yumiyum

Leblebi tozu

Elma Şekeri

Capri sun

Şıpsevdi

Horoz Şekeri

Minti sakız

Center fresh

Patlayan şeker

Tipitip

Tombi cips

Mino sakız

Turbo sakız

Bilezik Şeker
Cicoz Sakız


Biraz da televizyon konusuna gelirsek izlediğimiz çizgi filmler, filmler ve dizileri de paylaşmak istiyorum.Çizgi filmlerden başlarsak;
















Bir de diziler...








    Bir de bir belgesel vardı o doksanlarda mıydı tam hatırlamıyorum ama yine de paylaşıyorum.



Bir de çocukken izlediğim bir film vardı geçen sene ismini bulmak için çok uğraşmıştım.Sonun da buldum onu da paylaşmadan geçmeyeyim.İsmi "Jumanji".




Yazıyı sonlandırırken son olarak okul hayatımızda kullandığımız bir kaç malzeme paylaşıyorum.

Herkesin kullandığı kırmızı kalemler.
Monami pastel boyalar 24 lü ,16'lı :)
Zehirsiz olduğu iddia edilen boyalar.
Arı maya silgiler
Olur olmaz her yere bastığımız baskılar.
Fasulye ve çubuklar
Umarım okurken eğlenmişsinizdir.Ben yazarken çok eğlendim.